spot_img
Ana SayfaKöşe YazılarıGeçmişden Günümüze Kuşbazlık

Geçmişden Günümüze Kuşbazlık

Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre kuşbaz; Süs kuşları yetiştiren kuş meraklısı kimse, Padişahların av kuşlarını yetiştiren görevli olarak iki anlamda tanımlanmıştır. Osmanlı toplumunda kuşlarla ilgilenen kişilere genel olarak kuşbaz denilmektedir. Ayrıca Osmanlı sarayında padişahın kuşlarıyla ilgilenen resmi rütbeli görevliye de kuşbaz denmekteydi. Günümüzde kuşbaz kelimesi çok yaygın olarak kullanılmamakta, hatta unutulmaya yüz tutmuş tarihi bir terim olarak kalmıştır. Oysa ki kuşbaz ve kuşbazlık tarihimizde derin izleri olan bir kavramdır. Bu yazımızda bir nebze olsun buna değinmeye çalışacağız. Günümüzde; kuşbaz kelimesinin yerine ornitolog tabiri kullanılmaktadır. Ornitoloji; kuş bilimi anlamına gelmektedir. İster bilimsel amaçlı olsun, ister amatör olarak hobi amaçlı olsun kuşlarla ilgilenen, kuş uzmanı, kuş gözlemcisi kişilere de ornitolog denmektedir. Günümüz halk ağzında ise kuşçu, kanatlı sever, güvercinci, kanaryacı, tavukçu gibi tabirlerin kullanıldığına şahit oluyoruz. Halk ağzında kullanılan bu tabirlerin anlam bakımından dar, sığ ve biraz da istihza (alaycı) içeren bir anlam ifade etmesi üzücüdür. Her türlü kanatlıya sevgiyle, merak ve ilgi duyan şevkatli kuş severlerin bu dar anlamlı kelimelerle tanımlanıp söylene gelmesi en hafif tabiriyle şık değildir. Dilimizde kuşbaz gibi tarihsel, otantik ve derin anlam ifade eden bir kelimenin zamanla unutulmaya yüz tutması dilimiz ve medeniyetimiz açısından büyük bir kayıptır.

 Geçmişten günümüze Türk toplumu kuşlara özel bir ilgi ve sevgi duymuştur. Bu günümüz toplumunda yeni ortaya çıkmış bir uğraşı, bir hobi değildir. Kökleri çok derine inmektedir. Toplumumuzdaki bu ilgi ve sevginin izlerine; inancımızdan felsefemize, edebiyatımızdan sanatımıza kadar birçok alanda rastlayabiliriz. Örneğin; Hz. Süleyman ile Saba Melikesi’nin sırdaşı, ulağı Hüdhüd kuşu (Çavuş kuşu ya da İbibik); kanadının gölgesi kime değerse onu padişah, sadrazam yapan Hümâ kuşu; efsanelerin, destanların ve masalların vazgeçilmez kuşu Anka ya da Simurg… Hz. Süleyman, tüm hayvanların dilini bilir, kuşlarla iletişim kurar. O kadar ki, kuşlar için bir tekke bile yaptırır. ‘Tekke-i Mürgân’ adı verilen bu yerde, kuşlar yılda bir kez toplanır, bir hafta eğlenir ve Hz. Süleyman’a dua ederler. Simurg, Hüdhüd ve Hümâ gibi efsane kuşların yanı sıra, sık sık gördüğümüz kuşların da saygın bir yeri vardır. Bu kuşların başında leylek gelir. Leylek, kuşların ‘şeyh’idir. Ona hacı denir, dolayısıyla kutsaldır. İstanbul Yenikapı Mevlevihanesi’nin dedelerinden biri, uzun boyu dolayısıyla Leylek Dede diye anılırdı. Ayrıca Mevleviler, leyleğin çeşitli resimlerini de yapmışlardır. Bunların çoğu hüsn-ü hat biçimindeydi. Mesela besmeleyi genellikle leylek biçiminde yazıyorlardı. Osmanlılarda sakatlığından veya hastalığından dolayı göç edemeyen leylekler için “vakfiye’i laklakiye” adında bir vakıfın tesis edildiğini de tarihi kayıtlarda görmekteyiz. Tarikatlarda horozun, özellikle de beyaz horozun ayrı bir yeri vardır. Beyaz horoz kutsal sayılır ve bulunduğu yere uğur getirdiği düşünülürdü. Hacı Bektaş Velî’nin beyaz horoza binip keramet gösterdiğine inanılırdı. Osmanlı insanı kuşbazlardan satın aldıkları kuşları azad eder Ve ardından “ben seni eyledim azad sen beni ahirette gözet” diyerek bu ameliyesinden manevi bir hayır murat ederdi. Viyana Devlet Kitaplığı’nda bulunan, 16. yüzyıla tarihlenen bir suluboya resimde, bir kuşbazı, müşterilerini ve havada azad edilmiş bir kuşu görüyoruz. III. Murad’ın oğlu Şehzade Mehmed’in 1582’deki ünlü sünnet şenliğini resmeden minyatür ustası Nakkaş Osman’ın ‘Surname-i Hümayun’ adlı görkemli yapıtında yer alan iki minyatür, ellerinde ve kafeslerde çeşitli kuşlarla kuşbazları At Meydanı’nda gösteriyor. The British Library’de bulunan ‘Doğa ve Sanat Harikaları’ adlı yazmadaki bir minyatürde, kuraklık mevsiminde susuz kalan kuşlar, bir pelikanın gagasında toplanan sudan içerek susuzluklarını gideriyorlar. Ferîdü’d-din Attar’ın ‘Mantıkü’t Tayr’ (Kuş Dili) adlı ünlü manzum eserindeki öyküde ise, kuşlar kendilerine bir kral seçmeye karar verirler. Kralları Kaf Dağı’nda yaşayan Simurg’dan başkası değildir. Hüdhüd kuşu onlara kılavuzluk eder. Ve kitap, kuşların bu yolculuğunu türlü simgelerle anlatmaya devam eder… Topkapı Sarayı Kitaplığı’nda 16 minyatürlü bir yazması bulunan bu eseri, günümüzün önde gelen tiyatro adamlarından Peter Brook sahneye aktarmış; oyun, sanat dünyasında büyük hayranlık yaratmıştır. İstanbul Üniversitesi Kitaplığı’nda bulunan bir yazmadaki minyatürde; kafesteki iki kuşa büyük bir iştahla bakan dört kedi, iki büyük kafeste de iki büyük papağan ile onların üstünde uçan kuşlar görülüyor. Bu minyatür, Mevlâna’nın ‘Mesnevî’sindeki bir öyküyü resimlemektedir. Buna göre, kafesteki kuş bir an önce özgürlüğüne kavuşmak isteyen inançlı insanı simgeliyor. Bunun dışında ‘Kelile ve Dimne’ hikâyelerinin Osmanlıca minyatürlü yazmalarında, kuşlarla ilgili öykülere de geniş ölçüde yer verilmiştir. Örneğin bir baykuşun kuşların kralı seçilmesine kızan kargaların baykuşlara savaş açması; horozla şahinin tartışması; horozla tilkinin öyküsü; kuraklıktan dolayı zor durumda kalan bir kaplumbağaya iki ördeğin yardımı. Osmanlı’da Şekerden, kumaştan üç boyutlu kuşlar da yapılmıştır. Örneğin, 1582 Şenliği’ndeki peştamalcı esnafı, peştamallardan üç boyutlu büyük boy kuşlar yapmışlardı. Bunları taşıyanlar da bir düzenekle kuşları hareket ettiriyorlardı. Yine aynı şekilde dev boyutlarda Simurg biçiminde bir uçurtma yapılmıştı ve bunu istenilen yönde uçurabiliyorlardı. Ayrıca eski mimarimizde binalara muhteşem bir estetik değerde inşa edilen kuş evleri, kuş saraylarına da burada atıfta bulunmakla yetiniyoruz çünkü bu konuyu başka bir yazımızda etraflıca ele alacağız.

Bunlar gibi örnekler şüphesiz ki çoğaltılabilir ama görüldüğü gibi toplumumuzda kuşlara duyulan ilgi ve sevginin temelleri inancımızdan felsefemize, edebiyatımızdan sanatımıza kadar çok derinlere inmektedir. Bu hobi ve uğraşı günümüz toplumunda yeni bir olgu değildir. Kuşbazlara tekrar geri dönecek olursak Osmanlılarda kuşbazlık çok önemli bir uğraşı, bir meslek, bir rütbe idi. Evliya Çelebinin Seyahatnamesinde belirttiğine göre, 1600 lü yılların İstanbul’unda bulunan kuşbazlar 500 dükkan ve 600 kişiden oluşmaktaydı. İstanbul’da eskiden kuş tutulan yerlerin başında Yeni bahçe bölgesi geliyordu. Bugün adı bile unutulmak üzere olan Yeni bahçe, Bayrampaşa (Likos) Deresinin Edirnekapı ile Topkapı arasında surlardan içeri girdiği kesimden dere yatağı boyunca Aksaray’a doğru uzanan ve büyük bölümü bahçe ve bostanlarla kaplı olan bir bölgeydi. Bu yeşil örtünün arsasına serpiştirilmiş, çoğu bostancı Arnavutlara ait evler de vardı. Yeni bahçe dışında sur içinde Altı mermer ve Sultan Selim’deki Çukur Bostanlarda, yani eski Bizans sarnıçlarında, sur dışında Mevlânakapı ilerisinde Anastos’un bostanında, Edirnekapı’dan Yedikule’ye uzanan mezarlıklarda, Çırpıcı Çayırı yakınında Cevizlibağ’da kuş tutulurmuş. Üsküdar tarafında ise Seyidahmet Deresi, Çamlıca, Toygartepe, Karacaahmet başlıca kuş tutma yerleriydi. 1955’te Vatan Caddesi’nin açılması sırasında dere yatağı ve bostanlar büyük ölçüde tahrip edilerek Yenibahçe ortadan kaldırıldı. Bugün o bostanların yerlerinde Vatan Caddesi, Emlak Bankası apartmanları, Karayolları Lojmanları, Emniyet Müdürlüğü, vergi dairesi, Fatih Belediyesi binaları bulunmaktadır. Kuşbazlık bizzat saray tarafından desteklenmiş ve protokolde de yeri olan bir meslektir. Sarayın kuşbazları genellikle saray bahçelerinde bulunan ve “kuşluk” adı verilen bölümde yetiştirilen kuşlarla ve güvercinlerle de ilgilenmektedirler. Osmanlı sarayında başlangıçta kuşçuluk, daha çok avlanma gereksinimi ile birlikte yürümüştür. İlk padişahlar ava önem veren kişilerdi. Bu dönemde sarayda, Doğancıbaşı, Atmacacıbaşı, Şahincibaşı, Çakırcıbaşı gibi kuşlarla ilgilenen rütbeli kişiler bulunmaktadır. Padişahlar V. Mehmet’ten sonra av ile ilgilenmemişlerdir. Ancak “şikar halkı” denilen bu av teşkilatı korunmuştur. 1600’lü yılların başında sarayda görevli 30 doğancı, 271 çakırcı, 276 şahinci, 45 atmacacı olmak üzere 592 görevli çalışmaktadır. İlerleyen yıllarda bu görevlilerin sayıları azalmıştır. Osmanlı Devleti’nde dikkati çeken bir özellik, güvercinlerin Osmanlı sarayının değerli hayvanları arasında sayılması ve sarayda yetiştirilen güvercinlerde kesinlikle melez ırk bulundurulmamasıdır. Hatta saray yönetimi güvercinlerin eğitilmesi, ıslahı gibi konularda bilgisine başvurulmak üzere yurtdışından uzmanlar getirmekten bile çekinmemektedir. Bu konuda 1883 yılında Fransa’dan Möso Jumbar adlı bir güvercin uzmanı getirildiği ve uzmanın konu ile ilgili olarak yazdığı bir yazının çevirisinin güvercin yetiştiriciliğinde kullanıldığı gösteren bir belge bulunmaktadır. Dünyaca meşhur Hünkari güvercinleri Osmanlıların Manisa Şehzade Sarayında yetiştirdikleri çok özgün bir türdür. Güvercin beslemek, Osmanlı toplumunun bir aile geleneğidir. Halkın güvercin sevgisi zamanla saray yaşamına da yansımış, sarayın emri ile, üç kıtaya yayılmış Osmanlı topraklarında yetişen çok farklı ırk ve nitelikteki güvercinler Manisa’da toplanmıştır. İmparatorluğu yönetecek şehzadelerin padişahlık eğitimi gördüğü sancaklardan biri olan ve günümüzde de şehzadeler şehri olarak anılan Manisa’da, geniş bir güvercin koleksiyonu oluşturulmuştur. Osmanlı padişahlarının kendine has, özel bir güvercin yaratma isteği üzerine başlatılan melezleme çalışmaları sonucunda Hünkari güvercini türetilmiştir. Hünkari güvercin (Oriantal Frills) ilk defa 1864 yılında H.P.Caridia tarafından İzmir’den alınarak, İngiltere’ye götürüldü. 1879 yılında Amerika’da New York’ da National Columbarian Society tarafından ilk kez sergilendi. Osmanlı dönemde yetiştirilen güvercin ırkları ise şöyle sıralanmaktadır. Pal, taklabaz, şeber, cevizi, Şami, Mısıri, Bağdatlı, munakkit, alare, marselos (martoloz), demkeş, sabe, talazlı, pelenk, jebar, kızıl ala, kara ala, tekir ala, varkil ala, sade kut, taçlı kut, çakşırlı kut. Acaba günümüze bu ırklardan hangileri safkan olarak ulaşabilmiştir. Osmanlı döneminde yetiştirilen bir diğer türde sultan tavuğudur. Sultan tavuğunun hikayesi çok çarpıcıdır. Bu hikayenin içinde trajediyle birlikte umutta vardır. Sultan tavuğu sadece sarayda yetiştirilen çok özgün bir türdür. Bu özelliğinden dolayı batılı kaynaklarda “sultan” isminin yanında Türkçe saraylı kelimesinden gelen “serayi” tabiri de kullanılmaktadır. Sultan tavuğu sadece sarayda yetiştirilen bir tür olup halk tarafından beslenmesi yasaktı. Sadece devlete büyük yararlılıkta bulunan rical-i devlete, paşalara göstermiş oldukları yararlılıklarına mukabil bir berat nişanesi olarak padişah tarafından hediye edilirdi. O dönemde bir kişinin konağının bahçesinde sultan tavuğu görülüyorsa halk anlardı ki bu zat padişah nezdinde çok muteber bir kişidir çünkü sultan tavuğu herkese verilmezdi. Sultan Abdülmecid döneminde Elizabeth Watts isimli bir hanımefendi tarafından bu hayvanlar İngiltere’ye götürülmüş ve oradan da Amerika’ya ulaşmıştır. 1874 yılında sultan tavuğunun Amerikan standardında kayda geçtiğini biliyoruz. Cumhuriyetin kuruluş döneminde yaşanan kargaşa ve savaş döneminde bu hayvanlar sarayda muhafaza edilememiş ve halk tarafından da beslenmemesi nedeniyle ülkemizde nesli maalesef ki yok olmuştur. 2000’li yıllarda bazı hobici dostlar süs tavuklarına dair katalogları incelerken sultan tavuklarının Avrupa ve Amerika’da yetiştirildiğini fark etmişler ve büyük fedakarlık ve emeklerle bu güzel hayvanların anavatanına dönmesine vesile olmuşlardır. Şimdilerde sultan tavukları hobiciler arasında ülkemizde ilgi ile yetiştirilmekte ve yaygınlaşmaktadır.  Sonuç olarak toplumumuzda kuş sevgisi ile özdeşleşmiş olan kuşbazlık kökenleri çok eskiye dayanan bir kavramdır. Kuşkusuz bu konu daha kapsamlı bir araştırma yazısını hak ediyor. Bu yazıda unutulmaya yüz tutmuş bir uğraşı, bir mesleği ifade eden kuşbazlığa dikkat çekmeye çalıştım. Ahmet Hamdi Tampınar bir yazısında tarihimizden güç almaya atıfta bulunurken şöyle bir cümle kurar. Der ki; “sıçrayıp hamle yapabilmek için sağlam bir zemine ihtiyacımız vardır. Zemin sağlam değil kaygansa ileriye güçlü bir sıçrayışta bulunmak mümkün değildir. İşte bu zemin tarihimizdir” der. Her alanda olduğu gibi günümüzün icap ettiği toplumsal, bilimsel gerçeklikleri analiz edip stratejiler geliştireceğimiz gibi tarihimizin zenginliklerinden ilham almayı da ihmal etmeyeceğiz. Umarım bu yazımızla konuya bir nebze dikkat çekebilmişizdir.

Erkan Filiz
Erkan Filizhttps://www.follukdergisi.com
1980 Edirne doğumlu evli ve bir kız çocuk babası. İstanbul Süs Tavukları ve Bahçe Hayvanları Yetiştiricileri Derneği’nin Eski Genel Sekreteri, Sultan Tavukları Kulübü’nün Kurucu Başkanı ve halen Başkan Yardımcılığı görevini üstlenmektedir. Folluk Dergisi’nin kurucusu ve editörlüğünü yürütmektedir. Tavukçuluk, Kanatlı Yetiştiriciliği ve evcil hayvan malzemeleri sektörlerinde faaliyet gösteren ticari işletmelerinde iş hayatını sürdürmektedir.

Popüler